Göz / Kara Kitap, Orhan Pamuk


Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ından bir alıntı olan bu yazıyı yayınladığım Nisan 2011'de neden yayınladığıma dair hiç not yazmadığımı şimdi Nisan 2016'da şaşırarak fark ediyorum ve bu paragrafı ekliyorum. Kim bilir belki de neden bu yazının benim için öneminin ne denli büyük oluşundandır. Metne ve yazarına yaraşmayacak kelimelerimle yazının büyüsünü bozmaktan korkmuşumdur belki, ondan sadece yazının sonundaki küçük resim ile ifade etmeye çalışmışım belki duygularımı. Burada anlattığı ,kimilerine deli saçması gelen, şey ve anlatımının gücüdür beni kendine hayran bırakan Orhan Pamuk'da ve derinlerde bir yerlerde çok benzediğimizi görmemdir bunda ve diğer yazılarında. Onun kadar entellektüel olabilseydim çok güzel sohbetler çıkarabileceğimizi düşünürüm Doğan Cüceloğlu'nun bir kitabında bir genç ile yaptığı sohbetler gibi! Ve bir temenni benden! İnşallah bir gün de Kara Kitap'da anlatılan "Göz" gibi bir de "El" hakkında yazsa. Bu yazı öyle cesaretimi kırıyor ki yoksa utanmadan kalkıp "El" i de ben yazacağım!

Bu anlatacağım vaka bir kış gecesi başımdan geçti. Karamsar bir zamanımdı.

.
.
.
O kış gecesi, bir Fransız gazetesinde gördüğüm tuhaf suratlı bir ucubenin resmine bir an baktıktan sonra "tepegöz"ler üzerine bir çırpıda bir şeyler çiziktirmiştim.
.
.
.
Bu tür konulara bayılan bir ressama yazıyı kısa bir notla bıraktıktan sonra, geceyarısını biraz geçe gazeteden çıkmış, soğuk ve boş evime hemen dönmek istemediğim için, eski İstanbul sokaklarında yürümeye karar vermiştim. Kendimden, her zamanki gibi memnun değildim, ama yazımdan ve hikayemden memnundum. Bu küçük yazı zaferimi uzun bir yürüyüşle hayal edersem, belki hiç geçmeyen bir hastalık gibi üzerime sinen mutsuzluk duygusundan biraz olsun kurtulurum sanıyordum.
Birbirlerini düzensiz eğrilerle kesen ve gittikçe darlaşarak karanlıklaşan ara sokaklarda yürüdüm. Cumbaları eğilerek birbirine yaklaşmış karanlık evlerin kör karanlık pencereleri arasında kendi ayak seslerimi dinleyerek yürüdüm. Köpek çetelerinin, uykulu bekçilerle esrarkeşlerin ve hayaletlerim bile artık adım atmaktan çekindiği o bütünüyle unutulmuş sokaklarda yürüdüm.
Bir yerlerden bir gözün beni seyrettiği duygusuna kapıldığımda önceleri pek telaşlanmadım. Az önce çiziştirdiğim yazıyla ilgili bir yanılsana duygusu olmalı bu, diyordum., çünkü sandığım gibi ne dar sokağa sarkan çarpık cumbanın yan penceresinde, ne de sokağa sarkan çarpık cumbanın yan penceresinde, ne de boş arsadaki karanlığın içinde beni gözetleyen bir göz vardı. Beni gözetlediğini sezdiğim şey, belli belirsiz bir hayaldi, önem vermek istemedim. Ama bekçi düdüklerinden ve uzak mahallelerde uluyarak birbirlerine saldıran köpek sürülerinden başka hiçbir şeyin işitilmediği uzun sessizliklerde bu gözetlenme duygusu ağır ağır yükselerek öyle bir yoğunlaştı ki, bir süre sonra, yokmuş gibi davranarak bu boğucu baskıdan kurtulamayacağımı anladım. 
Her şeyi gören ve her yerde beni bulan bir göz, artık hiç saklanmadan gözetliyordu beni! Hayır, uydurduğum hikayelerin kahramanlarıyla hiçbir ilgisi yoktu; onlar gibi korkutucu, çirkin ya da gülünç değildi; yabancı ve soğuk da değildi; hatta evet, tanıdık bir şeydi: Göz beni tanyordu, ben de onu. Uzun zamandır birbirimizden haberliydik, ama birbirimizin bu kadar açıkça farkına varmamız için, o gece yarısı hissettiğim o özel duygu, yürümekte olduğum o özel sokak ve o sokaktaki görüntünün şiddeti gerekmişti.
.
.
Kaldırımlar kirli ve dardı. Sokağın, duvarın uzandığı karanlık noktada, bu saçma göz de beni bekliyordu. Artık anlaşılmıştır sanıyorum: Öyle kötü bir şey için, ne bileyim, beni korkutmak, boğmak, bıçaklamak, öldürmek için değil; sonraları düşündüğüm gibi, daha çok bir rüyayı andıran bu metafizik deneye bir an önce gireyim diye, bana yardım etmek için bekliyordu "göz" beni.
.
.
İnsan en gerçek kabusları yorgunken görür! Ama kabus değildi, daha kesin, berrak ve neredeyse matematiksel bir duyguydu. "İçimin bomboş olduğunu biliyorum." Böyle düşünmüştüm. Durup cami duvarına yaslanınca da şöyle: "İçimin bomboş olduğunu biliyor!" Ne düşündüğümü biliyordu, şimdiye kadar neler yaptığımı biliyordu, ama bunlar bile önemli değildi, çünkü başka bir şeye işaret ediyordu 'göz'. Ben onu yaratmıştım, o da beni! Bu düşünce, kimi zaman insanın kaleminin ucuna geliveren saçma bir kelime gibi, aklımın ucundan bir an geçip gidecek sandım, ama kaldı orada. Böylece ben de düşüncenin açtığı kapıdan, -tarladaki delikten boşluğa düşen o İngiliz tavşanı gibi- yeni bir aleme girdim.
Başlangıçta, bu 'göz'ü ben yaratmıştım. Tabi ki, beni görsün ve gözlesin diye. Onun bakışı içinden çıkmak istemiyordum. Kendimi bu bakış altında, bu bakıştan oluşturmuştum ve bu bakıştan hoşnuttum. Her an gözetlendiğimin bilincinde olduğum için varoluyordum çünkü. Sanki bu göz beni görmese ben de varolmayacaktım.  Bu öyle açık bir gerçekti ki onu kendimin yaratttığını da unutup beni var eden bir göze şükran duyuyordum. Onun buyruklarına duymak istiyordum! Böylece daha hoş bir 'varoluşun' içine girecektim, ama zordu bunu yapmak, öte yandan acı veren bir şey değildi bu zorluk, hayatın biçimiydi, doğal karşılanması gereken rahat bir şeydi. Bu yüzden cami duvarına yaslanırken içine düştüğüm düşünce alemi bir kabus değil, "İster İnan İster İnanma" köşesinde tuhaflıklarını özetlediğim o varolmayan ressamların yaptığı resimler gibi anılar ve tanıdık görüntülerle örülmüş bir tür mutluluktu.
Bu mutluluk duygusunun orta yerinde kendimi gördüm, cami duvarına geceyarısı yaslanmış, kendi düşüncemi seyrediyordum.
Düşüncemin ya da hayalin, yanılsama aleminin, -ne derseniz deyin- ortasında gördüğüm şeyin benim bir benzerim değil, kendim olduğunu da hemen anladım. O zaman bakışımın, az önce gördüğüm o 'göz'ün bakışı olduğunu hissettim. Demek ki şimdi ben, az önceki 'göz' olmuştum ve kendimi dışarıdan seyrediyordum. Ama tuhaf ve yabancı bir duygu değildi bu, korkunç bir şey hiç değildi. Kendimi dışarıdan görür görmez hatırlamış ve anlamıştım zaten kendimi dışarıdan görmeyi alışkanlık edindiğimi. Yıllardır, kendimi dışarıdan görürken kendime çekidüzen veriyordum. Kendimi dışarıdan görürken, "Evet, her şey yerli yerinde diyordum."; kendimi dışarıdan görürken , "Yeterince benzemiyorum," diyordum, "Benzemek istediğim şeye yeterince benzemiyorum." ya da "Benziyorum ama daha gayret etmeliyim," diyordum yıllardır ve sonradan yeniden kendimi dışarıdan görerek, " Evet, benzemek istediğim şeye benzedim sonunda!" diyordum mutlulukla, "Evet benzedim ve ben O oldum!"
.
.
Dikkatli okuyucularım kelimeler arasındaki yer değiştirmelerden çoktan anlamışlardır zaten, ama ben gene de yazayım: 'O', tabi ki 'göz'dü. Olmak istediğim kişiydi göz. Ben önce 'göz'ü değil, O'nu yaratmıştım, olmak istediğim kişiyi. Olmak istediğim 'O' da kendinden bana uzanan o korkunç, boğucu bakışı salıvermişti üzerime. Özgürlüğümü kısıtlayan 'göz', her şeyimi görüp yargılayan o insafsız bakış, üzerimden hiç ayrılmayan lanet olası bir güneş gibi tepemde asılı kalmıştı. Sözlerime kanıp şikayet ettiğimi sanmayın sakın. 'Göz'ün bana sunduğu pırıl pırıl manzaradan hoşnuttum.
.
.
Bütün bu anılar ve anılaşmış kişilerle kurmuştum ben O'nu. O'nun tepeme salıverdiği ve şimdi benim bakışıma dönüşen 'göz'ün bakışında, tek tek görerek hatırladığım bütün bu kalabalıktan yapılmış bir kolajın, bir ucubenin ruhu vardı. Bu bakışın içinden şimdi, kendimi ve bütün hayatımı görüyordum. Bu bakışla gözetlenmekten ve bu sayede kendime çekidüzen vermekten memnun, O'nu taklit ederek, O'na taklitle ulaşmaya çalışarak, bir gün o olacağıma, en azından O'nun gibi olabileceğime inanarak yaşayıp gidiyordum. Hayır bu umutla birlikte değil, bu  umut, bir başkası, O olma umudu için yaşıyordum.
.
.
Kendimi dışarıdan seyrederken düşünüyordum bunları. Sonra, dışarıdan seyrettiğim 'ben', cami duvarı boyunca duvar bitince birbirlerini tekrarlayan cumbalı ahşap evler, boş arsalar, çeşmeler, kepenkleri indirilmiş dükkanlar ve mezarlık boyunca kendi evine, yatağına doğru yürümeye başladı.
Kalabalık bir caddede yüzlere ve insan lekelerine baka baka yürürken bir dükkan vitrininde ya da bir dizi mankenin arkasında geniş aynada kendimizi görür de, nasıl bir an şaşırırsak, kendimi dışarıdan seyrederken de sürekli aynı hayrete kapılıyordum. Ama tıpkı bir rüyadaki gibi dışarıdan seyrettiğim bu kişinin "ben, kendim" olmasında pek şaşılacak bir yan olmadığını da biliyordum. Şaşılacak şey, o kişiye duyduğum inanılmayacak kadar yumuşak, tatlı, sevgi dolu o yakınlıktı. Ne kadar kırılgan, ne kadar acıklı, ne kadar zavallı, ne kadar çaresiz ve kederli olduğunu seziyordum: Bir tek o kişinin gözüktüğü gibi olmadığını biliyor, bir baba, hatta bir tanrı gibi bu dokunaklı çocuğu, bu kulu, bu zavallı ve iyi yaratığı korumak, kanatlarımın altına almak istiyordum.O ise uzun uzun yürüdükten sonra ( Ne düşünüyordu, niye o kadar kederliydi, niye o kadar yorgun ve yılgın?) ana caddeye çıktı. Arada bir lambası yanmayan muhallebicilerin, bakkalların vitrinine bakıyordu dalgınlıkla. Ellerini ceplerine sokmuştu. Daha sonra başı da önüne düştü. Şehzade başından Unkapanı'na kadar yanından tek tük geçen araçların, boş taksilerin hiçbiriyle ilgilenmeyerek yürüdü. Belki parası da yoktu.
.
.
Her şeyi biliyordum, her şeyi tanıyordum, her şeyi yaşamış, görüp geçirmiştim, ama ilk defa bir hayatla bir insanla karşılaşmış gibi korkuyla endişeleniyordum. "Dikkat et, çocuk! demek geliyordu içimden; her sokağı geçişinde, her adımını atışında izlediğim bu kişinin başına bir kötülük gelmedi diye şükrediyor, olabilecek bir felaketin izlerini sokakta, karanlık apartman ceplerinde, lambaları sönmüş pencerelerde görüyordum.
Şükür, başına bir şey gelmeden Nişantaşı'ndaki bir apartmanın kapısından içeri girdi! Çatı katındaki dairesine girdiğinde anlamak ve çare bulmak istediğim dertleriyle birlikte uyur sanıyordum. Hayır, bir koltuğa oturup sigara içerek gazete karıştırdı bir süre. Sonra eski eşyalarının, kırık dökük masasının, soluk perdelerin, kağıtlarının, kitaplarının arasında aşağı yukarı yürüdü. Birden masasına oturdu, gıcırdayan sandalyesinin üstünde kıpırdandı ve kaptığı bir dolmakalemle boş bir kağıdın üzerine bir şeyler yazmak için eğildi.
Hemen yanıbaşındaydım; karmakarışık masanın üzerindeydim sanki.
.
.
Bir sayfayı doldurmak üzere olduğunu görünce yazdıklarını okudum ve derin bir acıyla irkildim.
Tanımak için can attığım kendi ruhunun sözleri değil, benim şu okuduğunuz cümlelerimi yazmıştı yalnızca. Bu onun dünyası değil, benim dünyam, onun kelimeleri değil, şimdi her birinin acele acele üzerinden geçtiğiniz benim kelimelerimdi. Karşı koymak, ona, kendi kelimelerini yazmasını söylemek istedim, ama tıpkı bir rüyadaki gibi onu seyretmekten başka bir şey gelmiyordu elimden: cümleler, kelimeler her biri bana biraz daha acı vererek birbirlerini izlediler.
Yeni bir paragrafın başında durdu bir süre. Bana baktı, sanki beni gördü, sanki göz göze geldik. Hani eski kitaplarda , dergilerde ilham perisiyle tatlı tatlı sohbet ettikleri sahneler vardır; şakacı ressamlar yazının kenarına kalemi boyundaki sevimli küçük ilham periciği ile dalgın yazarın birbirlerine gülümseyen resimlerini çizerler. İşte öyle gülümsedik birbirimize. Bu anlayışlı bakıştan sonra her şeyin aydınlanacağını tabi ki iyimserlikle bekledim. Gerçeği anlayacak o, çok merak ettiğim kendi dünyasının hikayelerini yazacak, ben de keyifle onun kendisi olabilmesinin kanıtlarını okuyacaktım.
Hayır, hiç de olmadı böyle bir şey. Bir an bana yeniden mutlulukla gülümsedikten sonra, sanki aydınlanması gereken şey aydınlanmış, sanki bir dama problemini çözmüş gibi heyecanla durakladı ve benim dünyamda her şeyi anlaşılmaz bir karanlıkta bırakan son kelimelerini de yazdı.


Hiç yorum yok: