Perulu arkadaşım Marcela ( "Hayat Bazen Tatlıdır" yazımda bahsettiğim yolda tesadüfen karşılaşıp bana yolu tarif eden kişi) Moskova gezilerime yeni bir boyut kazandırdı. Sayesinde köstebek olmaktan çıkıp tazı moduna geçtim. Onunla tanışıp gezilerimize başlamadan önce, bir yere metro ile gidip işimi hallettikten, gezdikten, artık amacım neyse onu tamamladıktan sonra, yine aynı metro ile geri dönüyordum. Metro duraklarının birbirine bu kadar yakın olduğunu ve birbirlerine göre konumlarını ancak üstten yürüyerek gezdiğim zaman görebildim. Marcela yaklaşık üç yıldır burada ve şehirli ilgili gezme, yeme-içme, kültür-sanat, alışveriş gibi bir çok konuda ne nerede iyi biliyor ve çok şükür ki arkadaşım. Pazar günü gezi planımızı Marcela'nın bir gezi rotasını örnek alıp yapıyorum. Çıkış noktamız Tretyakovskaya Metro durağı.
Metronun çok yakınında bulunan (м. Новокузнецкая, Третьяковская, ул. Пятницкая, д. 27) daha önce yemek yiyip özellikle konseptini beğendiğim "Grabil" adlı üç katlı restoranı eşime göstermek için çok heyecanlıyım. Servis self-servis yapılıyor. Menü oldukça zengin ve tatil köylerindeki gibi her köşede farklı bir grup yemek var. Suni de olsa yeşil bir ortam yapmışlar. Fiyatlar uygun, çeşit çok. Denemenizi tavsiye ederim.
Restoranın ardından dünyaki en önemli Rus sanatı koleksiyonuna sahip olan, rehber kitaplarında ilk sayfada adı geçen Tretyakovskaya Galerisi'ne (10 Lavrushinsky Pereulok-metroya o kadar yakın ki kime sorsanız gösterir) doğru yol alıyoruz. Galeriye gitmek için metronun karşısındaki dar sokaktan içeri girdiğimizde Moskova'nın bir çok yerinde görmeye alıştığımız sıcak su borularını burada da görüyoruz. Bugünlerde artık görmeye alıştığım bu boruları ilk zamanlarda hayli yadırgıyordum. Sadece borular değil apartmanların kapılarını da. Bu apartman kapılarını başta yangın merdiveni kapısı yada başka ikinci bir kapı olarak düşünüyordum ve apartmanların asıl girişlerini arıyordu gözlerim. Sonradan anladım ki bunlar apartmanın giriş kapılarıymış.
Aynı sokakta gördüğüm Moskova'da çok yaygın alan başka bir şey de geniş binaların altındaki geçitler. Bu geçitler ya başka bir caddeye geçiş olanağı veriyor ya da binaların ortasında kalan bir avluya açılıyor.
Bu sokağı tamamladıktan sonra güneşli küçük bir park karşılıyor bizi. Burada da kafalarına maske geçirmiş gençler, insanların bir anda karşılarına çıkıp şaşırtarak ya da resimlerine girerek eğlenmenin bir yolunu bulmuşlar. Herkes tarafından sempati ile karşılanan bu gençler benim de objektifime takılıyor.
Bu parkı geçtikten sonra karşıda gördüğüm bina ilgimi çekiyor ve kütüphane olduğunu öğreniyorum. Bahçesindeki karlar son günlerini yaşadığı için biraz kötü görünümesine neden oluyor ama olsun. Kardan o kadar sıkıldım ki bu çirkin yığınlar, karın gittiğini gösteriyor ya bu bile güzel.
Parktan çıkışta sağa dönüp ilerlediğinizde yolun sonunda Tratyakov Galerisi ile karşılaşıyoruz. İçi de en az dışı kadar güzel olan bu galerinin iki ana katında 62 oda bulunuyor ve resimler, mücevherler, ikonlar görülmeye değer muhteşemlikte.
Galeriyi geçip aynı yoldan devam edince çok güzel bir sürpriz karşılıyor sizi. Yolu bir nehir kesiyor. Deniz olmadığı için be nehirler burada su görme ihtiyacını ciddi olarak karşılıyor. Köprünün manzarasını ilk gördüğümde nasıl yani demiştim. Sağda Kremlin'i (ikinci resimde altın sarısı soğan kubbeleri ve kırmızı kule), solda ise Park Kültür'den Gorki Park'a giderken gördüğüm devasa Büyük Petro heykelini sadece başını sağa sola çevirerek görmek çok şaşırtıcıydı benim için. Çünkü birbirinden çok uzakta olduğunu düşündüğüm iki nokta aynı görüş alanın içindeydi ve bu şehri yürüyerek tanıma aşkı ile dolmama neden olmuştu.
Köprünün üzerinde bir efsane yaşatılıyor. Aşıklar buraya gelip, köprü üzerindeki ağaçlara aşklarını ölümsüzleştirmek için kalplerinin kilidini asıyor ve anahtarını bir daha açılmamak üzere bu nehre atıyorlar. Gelin ve damatların da buraya gelip bunu yapması adetten. Ayrıca köprünün girişindeki banka oturup (onun anlamını bilmiyorum ama melek gibi masum aşkı ifade edebileceğini tahmin ediyorum) resim çektirmek de bu efsanenin bir parçası.
Moskova heykellerin bol olduğu bir şehir. Bunlardan biri de köprü çıkışında tüm haşmetiyle duruyor.
Buraya kadar yürüyüşümüzde her şey yolunda gidiyor. Daha önceki gezi rotasında ilerliyoruz. Bu heykel karşımızda iken ard arda iki sol yapıyoruz ve o noktadan sonra rotayı karıştırıyorum. Demek ki ilk gezimde o noktada lafa dalmışım ve nereye gittiğimize, ne yöne döndüğümüze dikkat etmemişim. Napalım yapacak bir şey yok. Başlıyorum yolu, ya şundadır ya bunda helvacının kızında deyip seçmeye. Amacımız aslında Kropotkinskaya üzerinden Arbat'a gitmek. Ama artık şu anda ne çıkarsa bahtımıza deyip helvacının kızı yönünde ilerliyoruz. İlerledikçe ilk geziye ait bir şey göremeyince gezimiz bir keşif gezisine dönüşüyor. Böylesi daha güzel aslında. Çünkü karşına ne çıkacağını bilmiyorsun. Daha sürprizli ve heyecanlı. İşte karşımıza çıkanlardan bazıları:
Hala etrafta duran, aralıkta gelip bir daha gitmeyen karlardan 28 mart itibariyle bir görüntü daha...
Mimari açıdan çok zengin olan şehirde bu tip binalarla karşılaşmak şaşırtıcı olmuyor bir süre sonra. Bu arada Polyanka metro durağını geçiyoruz ki bu hedeften epey sapmış olduğumuzu gösteriyor. Ama kimin umurunda kaşif olmak da güzel!
Burada da binanın altındaki geçit objektifime yakalanıyor.
Az gidip uz gittikten bir süre sonra bakşa bir metro istasyonu ile daha karşılaşıyoruz. Metro Dobrininskaya. Buraya vardığımızda uzaktan, daha önce Metro Okbabırskaya durağı çıkışında gördüğüm, devasa "Canon" reklam tabelasının olduğu kütüphane binasını görüp dümeni oraya kırıyoruz. Hedef Oktabırskaya'dan, önce Park Kültür'e oradan da Smolenskaya'ya varmak şeklinde revize ediliyor. Güzergahı biliyoruz ama yolda karşılacağımız şeyler yine sürpriz olacak.
Oktabırskaya Metro durağına varıyoruz ve Moskova'da çok yayın olan KFC'yi (Moskova'da Rostik KFC diye geçiyor), başka bir kar yığınını ve köprüyü geçtikten sonra Gorki Park'a ulaşıyoruz. Bu arada yolu şaşırıp başka yollara sapmamış olmasaydık gideceğimiz yerlerden biri olan Moskova'nın en büyük kilisesi uzak mesafeden sağda karşımıza çıkıyor. Güzel binaları geçip Smolenskaya'ya doğru yolumuza devam ediyoruz.
Aşağıdaki bina da Moskova'da çok yaygın olan geniş binalardan biri. Sanırım binalar burada çok geniş olduğu için Çin Seddi gibi geçit vermez olmasını engellemek için daha önce belirttiğim gibi binaların altında diğer tarafa geçitler yapılmış. Bu da tabiki gösterişli binalar yapmaya katkıda bulunmuş.
İşte şimdi bütüm ihtişamıyla Stalin'in gösteriş için yaptırdığı Yedi Kız Kardeş diye adlandırılan, onu amacına ulaştıracak kadar gösterişli olan binalardan biri karşımızda. 1948 yılında yapımına başlanıp beş yılda tamamlanan bu bina, 172 metre yüksekliğinde ve Dışişleri ve Ticaret Bakanlığı olarak kullanılıyor. Başka bir yazımda sadece bu binaları tek tek ele alıp size onları tanıtacağım
Artık yolun sonuna geldik, eve dönme vakti derken metronun sokağından bir bina (kilise) bize göz kırpıyor. Bu da tekne kazıntısı deyip onu da görüntülüyor ve Smolenskaya Metro durağından evimizin yolunu tutuyoruz.
Yaşlaşık iki saat süren bu yürüyüşte artık köstebek yaşamıma son verip gün ışıgında keşiflere başlamanın mutluluğu içindeyim. Eğer siz de benim gibi bir köstebek gezer iseniz belki bu yazı ile sizin de fikriniz değişir. İnanın şehri yukarıdan yürüyerek gezmesi çok daha keyifli ve heyecan verici. Bir sonraki yeryüzü yürüyüş gezim çoktan planlandı bile. Ne zaman mı? Yarınnnn!!!!
2 yorum:
inkar etmemek lazım şimdi binalar güzel de heybetleri adamı yoruyor sanki bence yaaaniii
Kesinlikle çok güzel bencede masalsı bi büyüsü var. ahhh senin bıktığın karları ben o kadar özledim ki Ayşe abla bende kar görmek istemiyorum derdim ama...
Yorum Gönder